6 Ağustos 2008 Çarşamba

Bireyselleşmenin Grameri



Hızla gelişen teknolojinin yeni yeni yazılmaya başlayan kuralları ve zaman kazandırması beklenirken paradoksal bir şekilde telaşımızı arttıran hızı sayesinde giderek bireyselleşiyoruz. Aynı paradoks hayatımızın her alanında var. Genişleyerek hızla büyüyen kentler birbirleri arasındaki mesafeyi kısaltırken, aynı kentin sakinleri arasındaki mesafe hem sürede, hem gözümüzde büyüyor. Pazar yerlerinin eş dostla çıkılan, pazarcılarla, pazarlıkçılarla birbirine sataşarak, atışarak, gülüşerek yapılan alışverişleri bitti. Şimdi daha çok insanı içerisine alabilecek büyüklükteki hipermarketlerde birinci tekil şahıslar ordusu olarak dolaşıyoruz elimizde birer alışveriş arabasıyla. Apartmanlarda birim arsa başına düşen insan sayısı arttıkça, aynı oranda çoğalıyor yalnızlığımız da. İletişim cepten, netten, webden herkese her an ulaşmamızı kolaylaştırdıkça artıyor bilgisayarın ve cep telefonunun başındaki tekilliğimiz.
Sohbetlerde “biz” demeyi unutalı çok oldu, “sen” demek ise şansa kalmış durumda. Eğer işteki, yoldaki, evdeki tekilliğimizden fırsat bulabilirsek belki “sen nasılsın bugün?” diyebiliyoruz en yakınımızdakilere bile.

Teknoloji devrinin bundaki etkisi yadsınamasa da bireyselleşmenin ne zaman nerede başladığını kestirmek kolay değil aslında. Antalya yakınlarında antik kalıntıları dolaşırken gördüğüm ve çok etkilendiğim tuvalet kalıntısından sonra sormuştum bu soruyu ilk defa kendime. Binlerce yıl önceki o insanların, tuvaleti yanyana açılmış deliklere oturarak bir oturma odasında sohbet edermiş gibi kullandıkları anlaşılıyordu. Besbelli ki o dönemde tuvaletler sosyal ortamlardı. İçeride yalnız olunması düşünülemezdi.

Bu sosyal tuvalet sistemi modern insana
günümüzdeki mahremiyet anlayışlıyla karşılaştırılamayacak kadar yabancı kalıyor. En sosyal ortamlarda bile tuvaletler tek kişilik yapılıyor yüzyıllardır. Bu öyle dünden bugüne değişebilecek bir tarz olmasa gerek. Bu bir inanışın, bir anlayışın, bir mimari üslubun ya da bir geleneğin değişmesinden çok daha derinde, adeta insanlığın geçirdiği bir başkalaşım gibi. Milyonlarca yıl önce kabileler halinde yaşayan insanoğlu bireyselleşmeye ilk mağaralara sığındığında başladı belki. Zamanla tekilliği seçtiği alanlar yavaş yavaş çoğaldı. Giderek modern dünyanın artan hızı tekilleşmenin hızına da yansıdı sanki. Düşünün birkaç bin yıl önce tuvaletlerde yalnız kalamayan, tuvalette yalnız olmaya ancak bir kaç bin yıl sonra ihtiyaç duyan insan, bugün çoklu bir tuvalet sistemini hayal bile edemiyor.
Oysa gerçekte, insan her dönemde insanî kaldı. Bugün tam da o en tekil olduğumuzu düşündüğümüz yerde, farkında olmadan yine tuvaletlerde verilen sigara molalarında sohbet ediyor insan, yine aynı paradoks.

Bu tekilleşme hızıyla yüzyıllar sonra ortak kullanılan hangi mekanlar kalacak insanlara acaba? Yok, hayal gücü yetmiyor. Öyle görünüyor ki bu da bugünden yarına bir değişim olmayacak. Ancak tekilleşmeye giden her değişim bir sonrakinin hazırlayıcısı olarak insanlığın yine derin bir başkalaşım geçirmesine yol açacak.
Yüzyıllardır sosyal ortamlardaki değişim bunca belirgin sürmekteyse de, bizim tanık olduklarımız ortak tuvalet sohbetinin çoktan kalkmış olduğu dönemlerin değişimi sadece. Yani başkalaşımları büyük değişimler olarak düşünürsek, başkalaşımların arasındaki daha küçük değişim birimleri farkedebildiklerimiz.
İnsanlık başkalaşırken insanın ihtiyaçları hep aynı kaldı. İnsan için değişimin her zaman bir bedeli oldu. Ortak tuvaletten tekil tuvalete geçiş başkalaşımının insanoğluna bedeli belki de birinci tekil şahısların ivmelenerek artan yalnızlığı oldu.

Oysa gerçekte, insan her dönemde insanî kaldı. Yalnızlığı giderek arttıkça, artan bireysellik cümlelerde “birinci tekil şahıs” olarak yer buldu. “Sen ne istiyorsun?” yerine “ben bunu istiyorum” denir oldu. Sohbetler “Nasılsın?” yerine “kötüyüm” ile başlar oldu. İnsan “nasılsın?” diye sormayı bıraktı ama sorulmayan o “nasılsın?” sorusunu cevaplama ihtiyacını bırakamadı. İkinci tekil şahıs gidince, birinci tekil şahıs yapayalnız kaldı.
Oysa gerçekte, insan her dönemde insanî kaldı. İnsan sosyal bir varlıktı ve bu kaçınılmazdı. Tekilleşme, bu kez paradoksal bir sosyalleşmeye zemin yarattı. Sanal sohbetler, sms mesajları, facebook’tan yazılan “Ali is... yemek yiyorum” cümleleri tekilleşmenin feryadı gibi birinci tekil şahsın “öteki”ne olan ihtiyacını bağırmaya başladı.
Kim bilir belki bu da bir diğer başkalaşımın öncülü olacak bir feryattır. Asıl soru şu: Bu kez başkalaşımın insanoğluna bedeli ne olacak? Bedel yalnızlıktan sıkılan, “sen” diyecek kimsesi olmayan insanın, ikinci tekil şahıstan umudunu kesip kendini üçüncü tekil şahıs olarak tanımlamak zorunda kalması olabilir mi acaba?


“Ayşegül is insanlığın bu kez ödeyeceği bedeli merak ediyor.”


Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Benliğin Bildik Sığınağı Olarak Suçluluk:


Savunmasız ve kırılgan zamanlarında kendi sığınağına gizlenir her canlı. Nereye gizleneceğini düşünmemiş olsa da öncesinde, kendi sığınağını bir şekilde sezer, en kolayda olan, en güvenli, en bildik olan yere gizlenir. Kaplumbağanın en bildik sığınağı kabuğudur mesela, kedininki bir koltuğun altı. Çocuk annesinin bacaklarının arasına sığınır, kabadayı kendi cüsseli bedeninin ya da belki bir silahın ardına sığınır.

Tehlike dışarıdan geldiğinde sığınmanın amacı korunmak, zayıf tarafını göstermemek ve darbe almamaktır genelde. Organizma en hızlı ve en güvenli yeri olası ek tehlikelere karşı yedek enerji de kalsın diye için en az enerjiyi harcayarak ve kaynaklarını savunma araçlarına yönelterek kendini güvenceye alacak şekilde çalışır. Tüm canlılarda olan, hayatta kalmaya yönelik yaşama dürtüsünün sonucudur bu.

İnsanın diğer canlılardan en temel üstünlüğü olan aklı, bazen bu üstünlüğün yanısıra bir zaafı da beraberinde sunar. Akıl, benlik ve ruhsal dünya içerisinde bir bilinmeyeni de yanında taşır, bu bilinçdışıdır. Bilinçdışı aklın karanlık yüzüdür, benliğin kilitli ardiyesidir. Bilinmeyendir. Her bilinmeyende olduğu gibi o da biraz ürkütücü, biraz tehlikeli, biraz tekinsizdir.

Bilinçdışından kaynaklanan bazı duygular da evin kilitli ardiyesinden gelen tekinsiz tıkırtılar gibi bildik bir yere sığınmaya davet eder insanı. Bilmediği, tanış olmadığı, alışkın olmadığı bir duygu karşısında savunmasız hissederek, en korunaklı olana, en bildik olana sığınır. En bildik duygusu her ne ise ona. En iyi en yararlı ya da en sağlıklı değil, sadece en bildik olana.

Bildik sığınak, insanın bilincine erken dahil olmuş, diğerlerinden daha erken öğrendiği, getirdiği sonuçları defalarca yaşadığı bir duygudur. Erken çocukluk yıllarında hangi duyguya aşinaysa o duygudur bu. Bu en bildik duygu, ilk nesne olarak annenin bebeğe yansıttığı temel duygudur. Bu duygu o kadar içeride yer etmiştir ki, benliğin her köşesine sinmiş gibidir adeta, avucunun içi gibi bilir onu insan. Benimsenme, özgüven, kıvanç, umursamazlık, haset, suçluluk, utanç, saldırganlık, öfke, üzüntü…

Bazen bu en bildik duygu olumlayan, geliştiren, büyüten bir duyguyken, bazen de acıtan, engelleyen, ya da kör eden bir başka tekinsiz duygudur. Yine de en engelleyen en acıtan duygu bile, sadece bildik olduğu için, insanın açtığı yaralara defalarca kabuk bağlattığı, zararlarına karşı tüm savunma silahlarını geliştirdiği bir tekinsizlik olduğu için bilinmeyenden daha güvenli gelir.

Sığınılan, bildik bir tekinsizliktir.

Modern insan dışarıdan gelecek tekinsizliklere karşı çağın tüm kaynaklarını kullanarak aldığı önlemler sayesinde, görece korunmaktadır. Yaşamı bilgiye, deneyime, teknolojiye, paraya sahip olduğunca korunaklıdır dışarıdan gelebilecek tekinsizliklere. Modern insanın açık olduğu tekinsizlikler daha çok kendi benliğinin bilinçdışından, kendi kilitli ardiyesinden, kendi karanlık yüzünden kaynaklanır bu nedenle.

Modern insan genellikle yaşam telaşı, iş toplantıları, gelecek kaygıları ve gündelik koşuşturmaların arasında bir fırsat bulup da kendi iç seslerini dinlemeye başladığında farkeder derinlerinden gelen ilk tekinsiz tıkırtıları. İlk farkettiği tıkırtılardan biri kendi varlığından kaynaklanan soluk sesleri, varoluşunun endişe verici tıkırtılarıdır. Varoluş anksiyetesi olarak tanımlanabilecek bu tıkırtılar insanda bilinmezlik, belirsizlik, boşluk, anlamsızlık gibi bir çok başka tekinsiz duygular yaratır.

Bazıları hazırlıklıdır bu duygulara; bilgi, içgörü, erdem, felsefe, inanç ya da belki sadece bir tekir kedi edinmiştir öncesinde, korumak için kendini olası bu tür duygulara karşı. Bazılarıysa hazırlıksız yakalanır, ne olduğunu farkedemeden, nereden geldiğini anlamadan bir ahmak ıslatana tutulmuşçasına naïf, bir o kadar da telaşlı. İşte böyle zamanlarda insan için endişeyi yatıştırmanın en kolay yolu endişeli benliği sıcak bir battaniye gibi saran, benliğin bildik sığınağıdır.

Pek çok olumlu ya da olumsuz duygu varken benliğin bildik sığınağı olabilecek, nasıl olur da bazen en işe yaramaz, en ketleyici, en kör edici duyguların içinde bulur kendini insan? Nasıl olur da bir arkadaşına, komşusuna, en yakın kasabaya, ya da kendi aklına, yeteneklerine, başarıya sığınmak yerine Diyojen gibi bir pis bir fıçıya sığınır insan, sırf içini dışını avucunun içi gibi biliyor diye?

Olumlu olumsuz tüm duygular içerisinde biri vardır ki örneğin, ne büyüten, ne koruyan, ne besleyen; sadece durduran, ketleyen, kilitleyen, kör eden: Suçluluk duygusu. İşte pek çok insanın sığınağıdır bu duygu tüm sevimsizliğine rağmen. Belli ki o kişiler için anneden ilk yansıyan duygulardandır. Kendini tanıma yolunda aynada gördüğü ilk yansımasıdır kişinin. Eleştiren, beğenmeyen, kıyaslayan, olumlamayan, yakınan, buna rağmen cezalandırmayan, aşırı öven, bağımlılık derecesinde seven, koruyan ve kollayan bir annenin aynasından yansıyan bir suçluluk duygusu…

Belli ki benliği yaşamı boyunca defalarca baş etmiştir suçluluk duygusuyla bu insanın. Çok defa yara almış, yaralarını çok defa iyi etmiş, aynı yara yerleri defalarca kanamış, sonucunda başına nelerin geleceğini görmüş, kendini ona karşı neyle savunacağını keşfetmiştir. En önemlisi de ne olursa olsun sonunda gelişmese, ilerlemese, engellense, kör olsa da onunla yaptığı savaştan “sağ çıktığını” bilmektedir. Böylece, zora düştüğünde içine giriverdiği sığınak yine suçluluk duygusudur. Bir endişe durumunda, yani varoluşunu çağrıştıran bir endişe durumunda; örneğin başarmanın getireceği sorumluluktan, mutluluğun getireceği kaybetme endişesinden korktuğunda, kendine o bildik duyguyu getirecek bir durum oluşturuverir. Başarmak mıdır korktuğu, hemen başarıyı getirecek kadar çalışmadığını söyler her hareketiyle benliğine. Daha çok çalışması gerekirken sinemaya gitmiştir, yeterince zaman ayırmamıştır zaten, o başarıyı haketmiyordur, zaten oldum olası bir tembeldir... Yetmedi mi? Hemen başka bir şey hatırlatır kendine. Ona buna gerek yoktur ki, kilosunu korumak istediği halde geçen pazar kahvaltıda reçelli ekmeği fazla kaçırmıştır zaten. Bu bile yetecektir sığınağına girmeye. Bunları kendi benliğine bilinçdışının yardımıyla hatırlattığı anda geliverir o bildik, güvenli sıcacık battaniye gibi saran suçluluk duygusu. Ohh, işte ne başarıdan doğan değişim endişesi, ne mutluluğun yaratabileceği kaybetme endişesi... Varsa yoksa o içini dışını bildiği, battaniye gibi sarılabildiği, güvenli suçluluk duygusu...

Büyümenin ve değişen şartların yarattığı endişeyi yatıştırmak için bir oyuncak ayıya ya da battaniyesine sarılması gibi bazı çocukların; ne kadar pis, eski, yıpranmış, yırtılmış ve kokuşmuş olsa da, yerine yenisi daha güzeli alınmış olsa da o eski bildik olanı her gittiği yere taşıması gibi, kendi sığınak duygusunu her yere taşır insan.

Çocuğun endişesini yatıştıran, “geçiş nesnesi” denen eski battaniyesi gibi, varoluşunun getirdiği endişeye dair ilk tıkırtıları duyduğunda kendi bildik, eprimiş, kokuşmuş suçluluk battaniyesine sarınır insan. Yerine daha yeni daha yarayışlı, daha işe yarar duyguları tanımış, tatmış, öğrenmiş olmasına rağmen vaz geçemez bildik sığınağından.

Çocuğun battaniyesini ancak değişen koşulları iyice tanıyıp, yeni tekinsizliklere karşı savunmalarını geliştirip, güçlü yanları ve zayıflıklarıyla kendini tanıdıktan sonra bırakabildiği gibi; sığınağına sarınan insan da ancak bilinç dışında gizli kalanları iyice keşfedip, tanıdığında, yeni savunmalar geliştirdiğinde bırakabilir sığınağını. Belki benliğinin karanlık yüzüne bir öteki (bir psikoterapist belki) tarafından tutulan bir aynadan bakabildiğinde görünmeyen yanına, belki de karanlık yüzüyle tanış olmanın verdiği cesaretle kilitli kapısını kırdığında ardiyesinin; ihtiyacı kalmayacaktır artık eski eprimiş battaniyesinin sıcaklığına.

Ve kim bilir, sonunda belki fıçısından çıkacaktır Diyojen bile.


Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım


18 Mart 2008 Salı

Âşık Kime Âşık?



Aşk üzerine düşünmeye başlayınca, sonu gelmiyor doğrusu. Aşkın biyolojik açıklamaları üzerinde düşündük, okuduk, bir iki şey de öğrendik, tamam. “Âşığım” dediğimiz sırada beynimizde neler olup bittiğini biliyoruz artık. İyi de aşk sadece bu mu? Aşkın mekanizması yediğimiz yemekleri sindirmek, ya da yara yerindeki iltihabı apseye çevirmek kadar biyolojik mi? Tüm biyolojik olaylarla aşkı aynı kefeye koyacaksak, aşkımızın açtığı yürek yaralarımıza olduğu kadar ayakkabı vurmalarına, gaz sancılarına da duygu dolu şiirler yazmamız beklenmez miydi? Hayır, bu kadar değil aşk. Aşkın sadece biyolojik bakış açısıyla açıklanabilir olmadığından eminim. Bu duygunun çok daha psikolojik ve felsefî yönleri olmalı. Bu konu üzerinde düşünüyorum epeydir.

Kimler neler yazmış diye yazına bakmadan önce bu konudaki kendi fikirlerimi toparlayayım dedim. Kendimce yaşadığım aşkları, âşıkken hissettiklerimi, o sırada aklımdan geçenleri, aşklarımdan arta kalanları, âşık olduklarıma şimdiki bakışımı gözden geçirince epey bir şeyler yakaladım kendi dağarcığımda. Çünkü eğer aşkı kendi dilimden anlatmaya çalışacaksam öncelikle benim için ne olduğunu anlamam ve içime sindirmem (bu da biyolojik sindirmeden farklı elbette) gerekli. Filozoflar ve psikolojinin büyük kuramcıları da böyle düşünmüş olmalılar ki bu konuda bazen kendilerinden, bazen gözlemlerinden yola çıkarak pek çok fikir öne sürmüşler. (Görüldüğü gibi bu konuda Amerika çoktan keşfedilmiş, bense kendimi keşif yapıyormuşçasına oyalıyorum).

Aşk genellikle iki kişilik bir kavramdır. İki kişinin birbirini eşit sevebileceği düşüncesi evren yasalarına hatta en basitinden olasılık yasasına göre fazlasıyla iyimser bir varsayımdır. Eşit sevmek bir yana aşkın her iki taraf için de aynı anda başlayacağı düşüncesi de benzer bir aşırı iyimserlik örneğidir. Bu durum çok eski zamanlardan beri biliniyor olsa gerek ki divan edebiyatındaki aşkta da bir âşık, bir de maşuktan söz edilir. Âşık ilk âşık olan ya da daha çok sevendir, maşuk ise aşka karşılık veren ya da vermeyen ama daha çok sevilendir. Maşukun tarafında neler olduğunu başka bir yazıya bırakıp, âşığın tarafında neler olduğuna odaklanalım şimdilik.

Maşuk’u âşık nasıl seçiyor? Kimlere âşık olabildiğimizi düşününce bir kural aklıma geliyor ki sinirbilimciler de bu konuda hemfikir; bize tamamen yabancı birine âşık olamıyoruz. Âşık olunanda yani maşukta, mutlaka bize aşina gelen, geçmişimizde, gündelik hayatımızda ya da düşünsel dünyamızda tanışımız olan bir özelliğin varlığı başlatıyor ilk kıvılcımı. Bu özellik bir beden özelliği ya da kültürel özellik olabildiği gibi bir bakış, ses tonlaması, bir çocukluk anısı ya da herhangi bir durum karşısında aldığı bir tutum olabiliyor. Aşkı başlatan aşina özellik öyle kolay bulunur bir şey de değil üstelik. Yani sadece aynı takımı tuttuğu, aynı okula gitmiş olduğu ya da meslek hayatında benzer aşamalardan geçmiş olduğu için başlamıyor kıvılcımlanma. Maşukta rastlanan o eşsiz şey, çoğu kez aşığın bile farkında olmadığı, ya da bir aşka yol açacak kadar önemli olduğunu bilmediği bir bilinç dışı süreç ve bu süreçle ilgili bir tanıdık hal oluyor genellikle. Bu bilinçdışı süreçte ne gibi etkileşimlerin olduğu net değil, ancak aşkın meydana gelişini başlatan kıvılcımın bir bakıma bir anahtar kilit uyumu hali olduğu söylenebilir.

Aşkın bu ilk kıvılcımından sonra bence yine bilinçdışı bir an var ki, karşımızdakinin de bize âşık olup olamayacağını farkında olmaksızın tartıyoruz. Onun gözlerinde kendimizi arıyoruz. Beğenme ya da hoşlanma ayrı konu ama aşk için âşık olmamız için, iyi kötü onun gözlerinde kendi yansımamızı görmeye ihtiyaç duyuyoruz. Onda bizi sevebilme ihtimalini arıyoruz. Hani diyor ya Yılmaz Erdoğan da “ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim...”, aşkın oluşumu biraz da sevilebilme ihtimalimizi görmeyi gerektiriyor.

Aşkta olmazsa olmaz sonraki aşama idealize etme, yüceltme ya da hayranlık aşaması. O bizi sevebilme ihtimali olan, bizim de sevdiğimiz insan, elbette ki yüce bir insan olmalıdır. Onun yürüyüşü, gülüşü, bir işi halletmesi, aklı, bilgeliği hatta serseriliği, kabadayılığı, kol kasları ya da ne olursa olsun herhangi bir özelliği herkesten başka, herkesten iyidir. En komik odur, ya da en müşfiktir, ya da en yakışıklı; en güzel saçlar ondadır ya da kellik ona ne kadar da yakışıyordur.

Zamanla, gördüğümüz ve tanımaya başladığımız maşukun gerçek varlığı bir yana artık zihnimizde, bu kez bizim yaratmaya başladığımız bir maşuk sureti oluşmaya başlar, tüm bu idealize ettiğimiz özellikleri haiz olan. Aşk derinleştikçe zihnimizde var ettiğimiz maşuka ait özellikler, gerçek dünyadaki maşukun aslını perdeler, daha da görünmez kılar. Aslı nasıl olursa olsun, artık zihnimizdeki suret (suret-i maşuk desem mi?) en doğru, en iyi, en güzel olandır. Onunla ilgili her algıladığımız bu suretin süzgecinden geçerek ulaşır bilincimize. Bu süzgeç seçici geçirgen bir zarmışçasına, maşukun lehine bir süzgeç gibi çalışır. Suretine yüklediğimiz idealize edilen anlama uyan veriler geçer sadece zardan Olumsuzlar geçemez. Ve böyle başlar aşkın gözünün körleşmesi.

Âşığın zihninde oluşturduğu idealize edilmiş suretin özellikleri neye göre belirlenir peki? Hangi özelliklerdir orada yüceltilenler, hangi anlamlardır yüklenen? Bunları elbette âşık belirler. Her âşık zihninde kendi suret-i maşukunu yaratır. Maşuk’a yüklediği anlamlar, kendi aradığı, peşinden koştuğu, bazen bulduğu, bazen bulsa da farkında olmadığı anlamlardır. Yüceltilenler, aslında aşığın sahip olduğu ya da olmaya özendiği kendi erdemleridir. Kendinde var olmayan bir anlamı yükleyemez insan herhangi bir şeye. Bundandır o surete sıkı sıkıya bağlılığı ve maşuka sırılsıklam âşıklığı. Her âşık, her yeni aşkta kendinden yeniden kendini yaratır. Her âşık kendini sevebildiği ölçüde sever maşukunu.

Zaman geçip de aşkın bir gaflet anında maşukun asıl varlığı suret-i maşuk perdesinin altından görünmeye başladığında ise aşkın ilk hayal kırıklıkları başlar. Âşık olduğu kişi bu değildir aşığın, hani o yüce erdemleri onun? Hani o gücü? Hani şefkati, coşkusu, hani aklı? “Olamaz, ben bunu mu sevmişim?” mırıldanmaları başlar zamanla âşıkta.

Bu gerçekle yüzleşme ve ayakların yere basması aşamasına gelindiğinde neler olacağı her aşkın kendi hikâyesinde saklıdır, ancak bir gerçek vardır ki ne derseniz deyin bunda ısrarlıyım:

Her âşık aslında kendine âşıktır.

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

1 Mart 2008 Cumartesi

Mutlak Mutluluk


İnsan mutluluktan ölebilir mi? Bence ölür.

Bir insan hayatı boyunca en çok hangi kelimeyi yazar?

Herkesin farklı bir yanıtı olabilir. Kendi ismini de diyebilirsiniz, sevdiğinin ismini de... Benim en çok yazdığım kelime ise "mutluluk". Binlerce çeşit yazıyla mutluluk yazmışlığım vardır. Telefonla konuşurken halkalar ya da karecikler karalayan insanlardan değilim ben. Konuşma boyunca sayfalarca "mutluluk" yazanlardanım. Çok saçma gelebilir size, ama bir ara mutluluk kelimesini kendi adımdan çok daha güzel yazdığım ve daha çok benimsediğim için imza olarak seçmişliğim ve hatta birkaç yere atmışlığım bile vardır.

Çok zaman düşündüm ilk ne zaman başladı bu tutku, ilk mutluluk kelimesini ne zaman yazdım diye. Yazdığımı ilk fark edişim ortaokul yıllarıma uzanıyor ama ilk yazışım hafızamda değil. Yıllarca da neden bunu yazıyorum, mutluluk nedir falan gibi konular kafamı çok kurcalamıştır. Yine bu konuda bir tartışmada bir arkadaşımın "mutluluk sınırlı düzeydedir, insanin mutlu olma düzeyi sabit ve bellidir. Mutluluğun çoğu ve daha çoğu yoktur. Sen burada bir durumda çok mutluyken dünyanın en zengin insanı da bir başka olayda seninle aynı miktarda mutlu olur, daha fazla değil" şeklindeki sözü bu konuya daha fazla kafa yormama neden olmuştu üniversitede.

Mutluluğun resmini zihnimde yüzlerce kez yaptım, sildim, yine yaptım. Tanımlarım hep mutluluğun gerisinde kaldı. Sonunda bir gün Ankara'da yüzüme vuran bir rüzgâr, mavi bir gökyüzü, uzanıp giden bozkır ufku, mutlu bir ruh haliyle ağaçları seyrederken, kafama "mutlak mutluluk" tanımı çakılıverdi...

Mutlak mutluluk... Yani her koşulun, ama her koşulun sizi en çok mutlu edecek nitelik ve nicelikte olduğu an. Yani hava en sevdiğiniz hava, gün en sevdiğiniz gün, yanınızda o tek kişi, ya da yalnız siz, ağzınızda en sevdiğiniz tat, kulağınızda en mutlandırıcı tını, en mutlu olduğunuz yerde, en güzel manzaraya bakıyorsunuz, teninizi en mutlu eden ısı ve şiddette esiyor rüzgâr, en sevdiğiniz çiçeğin kokusu, en sevdiğiniz miktarda geliyor esintiyle... Sağlığınız en iyi dönemde, zihninizde sıkıntı yok, kafanıza takacak iş, ev gibi sorunların tümü çözülmüş, paranız bile var bolca... Sayın artık siz, daha yüzlerce koşul ekleyin. (ya da çıkarın çıkarabildiğinizi hayatınızdan...)

En son ve en önemli koşul ise, sizin bütün bu durumun yani mutluluğunuzun "farkında" olmanız koşulu...

İşte ben o "mutluluk" haline "mutlak mutluluk" dedim o gün... Ve asla gerçekleşemeyeceğini de kabul ettim. Daha önemlisi, beni en çok şaşırtan duygum şuydu: eğer ki gerçekleşirse bir gün bu mutlak mutluluk hali, sonrasının "son" olduğunu, bundan sonra insanın tek bir şeyi, "ölümü" isteyebileceğini hissettim yüreğimde... Korktum, mutluluğun gücünden...

Hepinize sıradan mutluluklar...

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

23 Şubat 2008 Cumartesi

Zamanın Acelesi Yok



Giderek hızlanıyoruz.

Zaman sabit hızla devam ederken yoluna, biz hızlandıkça değişiyoruz.

Geçtiğimiz yüzyılda icat edilen bir gerecin hayata geçirilmesi yıllar alırken ve yeni bir icat ancak bir sonraki nesle nasip olurken, artan gelişim hızı sayesinde teknolojik gereçler neredeyse her gün güncelleniyor. Bugün aldığımız elektronik cihaz ertesi gün eski nesil olarak nitelenebiliyor. Gidişat bilimkurgu romanlarındaki teknolojik düzeylere ulaşmamızın her geçen gün daha hızla yaklaştığı müjdesini veriyor bize. Dertlere derman olabilecek bir buluşun gerçekleşmesi an meselesiyken ve bu nedenle durum umut vericiyken, giderek artan ivme nedeniyle bir o kadar da baş döndürücü.

İnsanoğlu iki ayağı üzerine kalkıp yürümeye başladığından beri ilerliyor ve değişiyor.

Dört buçuk milyar yıl yaşındaki dünyamızda ilk insan türünün ortaya çıkması 3,5 milyon yıl önceye rastlıyor, değişik türleri olsa da insanların ileri tür sayılabilecek günümüzdeki bizi de kapsayan çağdaş tipte düşünebilen insan ırkı ise ancak son 200 bin yıldır varlığını sürdürüyor.

İnsanoğlu yeryüzünde sadece 200 bin yıldır yürüyor.

İnsanlar günümüzden 5200, milattan ise 3200 yıl önce düşüncelerini yazıya dökmeyi akıl ettiler. İlk yazıdan ancak 3200 yıl sonra takvimi bularak 200 bin yılın sadece son 2008 yılını saymayı akıl edebildiler.

İnsanlık tarihinde bir dönemden daha ileri bir döneme geçiş son 250 yıla kadar hep uzun süreler aldı. Genelde sabit ve yavaş bir hızla ilerledi keşifler.

Teknolojik gelişim hızının artmaya başlaması, insanın seyahat hızının artmasına denk geliyor. Sanayi devrimi olarak tanımlanan dönem 18. yüzyılın sonu ve 19. yüzyılda ilk buhar makinesinin bulunmasıyla ilk makineler ve sonrasında da diğer keşifler birbiri ardına gelişti. Taşıt icat oldu.

Her bir keşif yenisine yer hazırladı, işini kolaylaştırdı, giderek daha fazlasının arayışlarına çıkan insan daha çok hızlanırsa daha fazla üretebileceğini gördü.

Seyahatler de hızlandı elbette. Hızlı trenler ve uçaklarla ülkeler arası yolculuklar saatlere sığdırılır oldu. İnsanlar hızlandıkça özgür hissetti, güçlü hissetti, 200 bin yıldır yürüyen insan artık yürümek zorunda değildi.

Hızlı trenlerden bakıldığında ağaçlar, evler, köyler görülemiyordu artık. Hızla sarılan bir film şeridi gibi geçip gidiyordu manzaralar ve hiçbiri birbirinden ayrılamıyordu. Oysa güzellik ayrıntıda gizliydi, ayrıntı da süreci fark etmekte. İnsanlar geçtikleri yola bakmayı unuttular.  Varılacak son önem kazanırken, süreç değerini yitirdi.

Günlük hayatta da iş hayatında da özel hayatlarda da durum aynıydı. Süreci kolaylıkla ihmal edebiliyorduk artık. Hedefe ve sonuca yönelik yaşar olduk. Birlikte vakit geçirmenin sıcak keyfi yerini, birlikte yapılıyor süsü verilmiş ama aslen tek başına TV izlemelere bıraktı. İşyerlerinde hızlı çalışan bilgisayarlar, uzun saatler süren sohbet eşlikli ekip çalışmalarının yerini aldı. Yolda komşularla karşılaşılmaz oldu, uzun çay sohbetleri yerini sanal arkadaş listelerinden seçmece yapılan sanal atışmalara bıraktı. Gerçekte lezzet sohbetteki incelikli duyguda saklıydı, ama duygu yerini çoktan smiley'lere bırakmıştı.

Hızlı trenlerle görünmez olan yol manzarasının yiten ayrıntıları gibi, hızlanan günlük yaşamda insana dair ayrıntıları ve incelikli duyguları göremez olduk. Başarmak, daha az zamanda daha fazla yol almak demek oldu. Daha kısa sürede daha çok para kazanmak, daha erken yaşta daha yüksek mevkilere ulaşmak, kısacası daha hızlı yaşamak başarıyı tanımlar oldu.

Bütün bunları neden mi yazdım. Bazen günlük yaşamdaki hızdan başım dönüyor gibi oluyor da ondan. Akşam başımı yastığa koyup günün muhasebesini yaptığımda, eskisinden daha az duygu, daha fazla telaş görüyorum. Günlük telaşlar içerisinde giderek daha fazla ayrıntıyı kaçırdığımı düşünüyorum. Zamanı yakalamak için hızlandıkça, daha gerisinde kalıyorum, sanki peşinden daha hızlı koşmam gerekiyor. Oysa garip, zaman sabit hızla akıyor.

Koşuşturmalar arasında o anki telaşımı fark edebildiğimde bunu düşünüyorum, yani zamanın asla telaşlanmadığını. O zaman adımlarım yavaşlıyor, yoldan geçenlerle selamlaşıp, komşunun kızının ne kadar da büyümüş olduğunu fark edebiliyorum, daha fazla gülebiliyor, daha fazla duygulanabiliyorum böylece ve gece muhasebelerinde kendime evet bugün güzel yaşadın diyebiliyorum.

Bu yazıyı bunun için yazdım, eğer bir gün siz de bir telaş hissederseniz, aklınızda olsun diye: Zamanın hiç acelesi yok.

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

8 Şubat 2008 Cuma

Karar Anının Rastlantısal Bilinmezliği Üzerine Bir Denemedir




Yaşamınızın kontrolü kimde?

Yaşamınıza yön verirken iplerin ne kadarını kendi elinizde hissediyorsunuz?

Pek çoğunuzun yaşamımın kontrolü benim elimde değil, kaderime razı oluyorum dediğini duyar gibiyim. Elbette haklı tarafları var bu söylemin. Yeryüzünde gidişatımızı belirleyen bazı kontrol dışı etmenler olduğu doğru iklim, doğa olayları, sağlık sorunları, genetik özelliklerimiz gibi. Öte yandan ise pek çok etmen aslında tamamen kendi kontrolümüz altında. Kendi hayat senaryolarımızı kendimiz yazıyoruz. Senaryonun şimdiki sahnesinde neyi seçip neyi seçmediğimiz belirliyor bir sonraki sahneyi.

Yaşamımızın ilk yıllarından itibaren farkında olarak ya da olmaksızın sürekli seçimler yapıyoruz. Çocukluk yıllarımızda bile her ne kadar anne babamızın kontrolü üzerimizde olsa da, bilerek ya da bilmeden, içgüdüsel ya da bilinçli kendi seçimlerimizi yapıyoruz. Süt içmeyi ya da içmemeyi, uykuya peluş ayıcıkla ya da bez bebekle dalmayı, pembe pantolonu değil mavi eteği giymeyi farkında olmasak da kendimiz seçiyoruz. Giderek seçimlerimiz hayatımızın gidişatını daha fazla etkileyecek seçimler haline gelmeye başlıyor. Okuldaki ilk arkadaşımız, mahalledeki oyun arkadaşlarımız, kalbimizi çarptıran ilk çocukluk aşkımız tümüyle bizim seçimlerimizin birer ürünü, ve elbette bu kişilerle yaşadığımız ilişkiler ve deneyimler de özenle oluşturduğumuz benliğimizin ilk öncülleri.

Kim olduğumuzu akranlarımız arasından seçtiğimiz en yakın arkadaşlarımıza göre tanımlayarak büyüyoruz. Kimi özelliklerini seçip kendimize mal ediyoruz arkadaşımızın, kimi özelliklerini ise reddedip kendimizi ondan ayrıştıran yanlarımızı koruyoruz. Ergenlikte zirveye ulaşan bu akranla özdeşim, benzer giyim tarzları, benzer ilgi alanları, benzer konuşma tarzı ve mimikler gibi kimliğimizi oluşturan en ince ayrıntılara kadar varıyor.

Yaşamımız boyunca her an seçimlerle burun buruna kalıyoruz. En dikkat çekmeyecek seçimlerimiz bazen yaşamımızdaki en beklenmedik sonuçları ekliyor hayat senaryomuza. Diyelim ki bir on dakika daha uyumayı ya da evden daha geç çıkmayı seçiyoruz, A otobüsüne değil B otobüsüne biniyoruz ya da hiç istemediğimiz bir toplantıya bir uğrayayım diyoruz ve hayatımızın akışı değişiyor. Aradaki bağıntıyı bilmek de gerekmiyor hatta, hangi seçimin hangi sonuca ulaştığını ilk bakışta kestirmek çok zor.

Yaşayıp giderken hayatı, herşeyin hoş bir rastlantılar zinciri olduğunu da düşünebilirsiniz, kader olduğunu da... Aslolan ise seçimlerimizdir. Asıl rastlantı, seçtiklerimizi seçme anında olandır.

Karar almak için uzun zamana yayılmış bir düşünme ve olgunlaştırma süreci gereklidir genellikle. Vereceğimiz karar rastlantılara bırakılmayacak kadar önemlidir bizim için. Bence karar vermek karar almaktan farklı bir eylemdir. Karar alırken fikirler belli bir süreçte olgunlaştırılır, ancak son karar o tek karar anında verilir. İşte rastlantılar sadece o karar verme anında söz konusu olabilir. Aylarca düşünüp karar aldığınız bir konuda son anda fikir değiştirip aksi yönde karar verdiğiniz olmuştur sizin de. İşte bazen o tek anlık karar, yaşamın içerisinde biryerlerdeki o minik rastlantı sizi şimdiki siz yapandır.

Öte yandan o son andaki seçimler rastlantılardan çok bilinçdışı süreçlerin etkisiyle veriliyor da olabilir. Dil sürçmeleri nasıl ki bilinçdışımızın bize farkettirmeden bilince açılan delikleriyse, belki bu anlık rastlantılar da bilinçdışının kendini farkettirme gayretidir.

Belki de onun içindir kararlarınızda yüreğinizin sesine kulak vermenizin ya da ilk aklınıza gelenin doğru olduğunun söylenegelmesi.

Karar alırken olgunlaştırma süreci ne uzunlukta olursa olsun, kararınızı verirken bu rastlantılar ya da bilinçdışınız size oyunlar oynuyor olursa olsun ve bu karar anı seçimleri sizi hangi sonlara olaştırırsa ulaştırsın, engellemeyin kendinizi. Seçmek, seçerken diğer seçeneklerden ayrılabilmek olgunluktur. Karar vermek cesarettir. Tüm bunlardan önemlisi, seçimlerimiz ve kararlarımızın sorumluluğunu alıp, sonuçlardan bir başkasını, kötü kaderi, kör talihi ya da kara kedicikleri sorumlu tutmamaktır.

Hepinize karar anlarında tatlı rastlantılar diliyorum.

Görüşmek üzere.

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

7 Ocak 2008 Pazartesi

İstemek, Yolculuk ve Ulaşmak Üzerine


The Phoenix burning to death

see through looking glass

her unborn daughter


İnsan neden yazar?” diye düşünüyorum bir süredir. Birini oturup harfleri, kelimeleri ardarda dizerek aklındakileri kağıda ya da bilgisayara dökmeye iten nasıl bir sebeptir?

Bu konuda birşeyler yazayım diye oturduğumda farkettim ki, o an beni klavyenin başına oturtan şey “yazma isteği”. “Yazmayı neden ister bir insan?” diye düşünmeye başladım böylece. Yazmak en basit tanımıyla kendini ifade etmek demek. Düşündüklerimizin hayata geçebilmesi, düşünce kırıntıları yerine birer fikre dönüşebilmesi için sözlerle ifade edilmesi gerekiyor. İfadenin kalıcı olabilmesi için de söylenmesi yetmiyor, bir yerlere yazılması gerekli.

Peki bu yazma girişimin altında sadece bildiklerini, ürettiklerini başkalarıyla paylaşma gayreti mi vardır? Bu önemli bir sebep, ancak yeterli görünmüyor bana.

Bence bir yazı yazmak istemenin en temel sebeplerinden biri kendini görme isteğidir. Yazarken uçuşan düşünce kırıntılarınızın söze dönüşürken hangi kelimeleri kullandığını görürsünüz. Fikirlerinizin hangi duyguları beraberinde taşıdığını farkedersiniz. Böylece ne olduğunuzu, kim olduğunuzu, nelerin sizde var nelerin eksik olduğunu görür ve kendinizi tanırsınız.

Kendini tanıyan insan, “ne olduğunu bilen” olduğu kadar “bundan başka ne olabileceğini de bilen” insandır. İnsan için başka olasılıkların da olabileceğini bilmek ve değişim olasılığını görmenin sonucu da istemektir...

Yazarken fark ettim ki kendimi ifade etmenin yanısıra ne istediğimi daha net görebilmek için yazıyorum. Yazarken düşüncelerimin hangi kelimeleri kendilerine aracı ettiklerini ve seçtiklerim kadar seçmediğim kelimeleri de görüp, bir sonraki hedefime giden yolumu belirliyorum.

İnsanın en değerli özelliklerinden biri olsa gerek istemek. İstemek, aynı zamanda hayal edebilmeyi, alternatifleri görebilmeyi, seçebilmeyi ve değişebilmeyi de olası kılar. Kendimizi tanıyıp, sahip olduklarımızı görüp, duygularımızı iyi tahlil etmeli ve olasılıklarımızı iyi değerlendirmeliyiz ki kendimiz için halen var olandan başkasını isteyebilelim.

Neye göre isteriz? Belki istediğimiz şeyin bizi daha mutlu edeceğini, belki daha özgür kılacağını ya da bizi farklı ve özel yapacağını umuyoruzdur. Yeni bir ayakkabı almayı, bir başka şehre yerleşmeyi hoş bir insanla tanışmayı, çok bahsi geçen bir romanı okumayı ya da yeni bir iş kurmayı isteriz. Bu olasılıkların bizi daha mutlu, daha özgür, daha farklı, daha özel yapması umududur istemek.

İstemek bir hedefi, o hedefe giden yolları ve gayreti getirir peşinden. Hedefe ulaşmak için yorulmak, öğrenmek, sabretmek, değişimi göze almak gerekir. Öncelikle hayal edebilmeli ve geleceği öngörebilmeliyizdir ki istediğimiz şeye ulaşmanın yollarını düşünüp, önümüze çıkabilecek engelleri sezip, bu yolda ödenebilecek bedelleri değerlendirip istediğimiz için çabalamaya değip değmeyeceğine karar verelim...

İstemek ve isteğine ulaşmak konusu çok kişiye yazı konusu olmuş aslında. İstemeye, isteğine ulaşmaya, motivasyona (güdülenmeye), ya da bu yoldaki hayal kırıklıklarına dair pek çok hikaye, roman, ders kitabı var. Hatta kağıda yazılmayan fakat toplumların bilinç dışına yazılarak nesiller boyu söylenegelen efsanelerde bile bu konular işlenmiş. Simurg efsanesi de bunlardan biri. Simurg bir kuş. Kuşların şahı bir kuş. Hoş bir öyküsü var.

Kuşların hükümdarı olan Simurg, Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanıp kül olarak ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesiymiş...

Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini içinde bulundukları sıkıntılardan kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında bir şeyler ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış.

Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler. Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.

Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymis. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi...

İstek,

aşk,

marifet (beceri),

istiğna (yetinme, gönül tokluğu),

tevhit (biraraya gelme, işbirliği),

hayret (şaşkınlık) ve

yokluk (yokoluş, ölüm) vadileri...

Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar.

İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş...

'Aşk Vadisi'nden uçmuşlar önce...'. 'Ayrılık denizinden geçmişler...'. 'Hırs ovası'nı aşıp, 'kıskançlık gölü'ne sapmışlar...'

Kuşların kimi ' Ayrılık denizi'ne dalmış, kimi 'Aşk vadisi'nde kopmuş sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...

Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş; Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış; Baykuş yıkıntılarını özlemiş; Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış.

Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi 'şaşkınlık' ve sonuncusu Yedinci Vadi 'yokoluş'ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş...

Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.

Sonunda sırrı sözcükler çözmüş:

Farsça 'si' 'otuz' demektir...

'murg' ise 'kuş'...

Simurg'un yuvasını bulunca anlamışlar ki; 'Simurg - otuz kuş' demekmiş.

Onların hepsi Simurg'muş.

Otuz kuş, anlamışlar ki kendilerini kurtarsın diye aradıkları sultan kendileridir ve gerçek yolculuk kendine yapılan yolculuktur.

İran efsanesindeki Simurg, bizim masallarımızdaki Zümrüd-ü Anka, Lübnan ve Beyrut'tan çıkıp hristiyanlıkta yeniden doğuşun simgesi haline gelen Phoenix, Çin'de yarı canavar yarı kuş Fenghuang, Rusya'da Ateşkuşu adını alan kuş, aynı bilinçdışı yazının, aynı efsanenin kahramanıdır. Bu efsane kuş şifalıdır, iyileştirici ve kurtarıcıdır, dişidir (üretkendir). Alev alev yanarak ölümü, kendi küllerinden yeniden doğarak hayatı, bu döngüsü ile ölümsüzlüğü çağrıştırır.

İstemek ve hedefe ulaşmak da kendi küllerinden doğan bir kuş değil midir?

Ulaştığımız her hedef gözlerimizi yeni hedeflere çevirmemize yol açmaz mı?

Kendimize yaptığımız her yolculuğun kendi içimizde yeni bir “ben” keşfetmemize yol açtığı ve biten her yazının yeni bir yazının öncülü olduğu gibi...


Görüşmek üzere...

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım