18 Mart 2008 Salı

Âşık Kime Âşık?



Aşk üzerine düşünmeye başlayınca, sonu gelmiyor doğrusu. Aşkın biyolojik açıklamaları üzerinde düşündük, okuduk, bir iki şey de öğrendik, tamam. “Âşığım” dediğimiz sırada beynimizde neler olup bittiğini biliyoruz artık. İyi de aşk sadece bu mu? Aşkın mekanizması yediğimiz yemekleri sindirmek, ya da yara yerindeki iltihabı apseye çevirmek kadar biyolojik mi? Tüm biyolojik olaylarla aşkı aynı kefeye koyacaksak, aşkımızın açtığı yürek yaralarımıza olduğu kadar ayakkabı vurmalarına, gaz sancılarına da duygu dolu şiirler yazmamız beklenmez miydi? Hayır, bu kadar değil aşk. Aşkın sadece biyolojik bakış açısıyla açıklanabilir olmadığından eminim. Bu duygunun çok daha psikolojik ve felsefî yönleri olmalı. Bu konu üzerinde düşünüyorum epeydir.

Kimler neler yazmış diye yazına bakmadan önce bu konudaki kendi fikirlerimi toparlayayım dedim. Kendimce yaşadığım aşkları, âşıkken hissettiklerimi, o sırada aklımdan geçenleri, aşklarımdan arta kalanları, âşık olduklarıma şimdiki bakışımı gözden geçirince epey bir şeyler yakaladım kendi dağarcığımda. Çünkü eğer aşkı kendi dilimden anlatmaya çalışacaksam öncelikle benim için ne olduğunu anlamam ve içime sindirmem (bu da biyolojik sindirmeden farklı elbette) gerekli. Filozoflar ve psikolojinin büyük kuramcıları da böyle düşünmüş olmalılar ki bu konuda bazen kendilerinden, bazen gözlemlerinden yola çıkarak pek çok fikir öne sürmüşler. (Görüldüğü gibi bu konuda Amerika çoktan keşfedilmiş, bense kendimi keşif yapıyormuşçasına oyalıyorum).

Aşk genellikle iki kişilik bir kavramdır. İki kişinin birbirini eşit sevebileceği düşüncesi evren yasalarına hatta en basitinden olasılık yasasına göre fazlasıyla iyimser bir varsayımdır. Eşit sevmek bir yana aşkın her iki taraf için de aynı anda başlayacağı düşüncesi de benzer bir aşırı iyimserlik örneğidir. Bu durum çok eski zamanlardan beri biliniyor olsa gerek ki divan edebiyatındaki aşkta da bir âşık, bir de maşuktan söz edilir. Âşık ilk âşık olan ya da daha çok sevendir, maşuk ise aşka karşılık veren ya da vermeyen ama daha çok sevilendir. Maşukun tarafında neler olduğunu başka bir yazıya bırakıp, âşığın tarafında neler olduğuna odaklanalım şimdilik.

Maşuk’u âşık nasıl seçiyor? Kimlere âşık olabildiğimizi düşününce bir kural aklıma geliyor ki sinirbilimciler de bu konuda hemfikir; bize tamamen yabancı birine âşık olamıyoruz. Âşık olunanda yani maşukta, mutlaka bize aşina gelen, geçmişimizde, gündelik hayatımızda ya da düşünsel dünyamızda tanışımız olan bir özelliğin varlığı başlatıyor ilk kıvılcımı. Bu özellik bir beden özelliği ya da kültürel özellik olabildiği gibi bir bakış, ses tonlaması, bir çocukluk anısı ya da herhangi bir durum karşısında aldığı bir tutum olabiliyor. Aşkı başlatan aşina özellik öyle kolay bulunur bir şey de değil üstelik. Yani sadece aynı takımı tuttuğu, aynı okula gitmiş olduğu ya da meslek hayatında benzer aşamalardan geçmiş olduğu için başlamıyor kıvılcımlanma. Maşukta rastlanan o eşsiz şey, çoğu kez aşığın bile farkında olmadığı, ya da bir aşka yol açacak kadar önemli olduğunu bilmediği bir bilinç dışı süreç ve bu süreçle ilgili bir tanıdık hal oluyor genellikle. Bu bilinçdışı süreçte ne gibi etkileşimlerin olduğu net değil, ancak aşkın meydana gelişini başlatan kıvılcımın bir bakıma bir anahtar kilit uyumu hali olduğu söylenebilir.

Aşkın bu ilk kıvılcımından sonra bence yine bilinçdışı bir an var ki, karşımızdakinin de bize âşık olup olamayacağını farkında olmaksızın tartıyoruz. Onun gözlerinde kendimizi arıyoruz. Beğenme ya da hoşlanma ayrı konu ama aşk için âşık olmamız için, iyi kötü onun gözlerinde kendi yansımamızı görmeye ihtiyaç duyuyoruz. Onda bizi sevebilme ihtimalini arıyoruz. Hani diyor ya Yılmaz Erdoğan da “ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim...”, aşkın oluşumu biraz da sevilebilme ihtimalimizi görmeyi gerektiriyor.

Aşkta olmazsa olmaz sonraki aşama idealize etme, yüceltme ya da hayranlık aşaması. O bizi sevebilme ihtimali olan, bizim de sevdiğimiz insan, elbette ki yüce bir insan olmalıdır. Onun yürüyüşü, gülüşü, bir işi halletmesi, aklı, bilgeliği hatta serseriliği, kabadayılığı, kol kasları ya da ne olursa olsun herhangi bir özelliği herkesten başka, herkesten iyidir. En komik odur, ya da en müşfiktir, ya da en yakışıklı; en güzel saçlar ondadır ya da kellik ona ne kadar da yakışıyordur.

Zamanla, gördüğümüz ve tanımaya başladığımız maşukun gerçek varlığı bir yana artık zihnimizde, bu kez bizim yaratmaya başladığımız bir maşuk sureti oluşmaya başlar, tüm bu idealize ettiğimiz özellikleri haiz olan. Aşk derinleştikçe zihnimizde var ettiğimiz maşuka ait özellikler, gerçek dünyadaki maşukun aslını perdeler, daha da görünmez kılar. Aslı nasıl olursa olsun, artık zihnimizdeki suret (suret-i maşuk desem mi?) en doğru, en iyi, en güzel olandır. Onunla ilgili her algıladığımız bu suretin süzgecinden geçerek ulaşır bilincimize. Bu süzgeç seçici geçirgen bir zarmışçasına, maşukun lehine bir süzgeç gibi çalışır. Suretine yüklediğimiz idealize edilen anlama uyan veriler geçer sadece zardan Olumsuzlar geçemez. Ve böyle başlar aşkın gözünün körleşmesi.

Âşığın zihninde oluşturduğu idealize edilmiş suretin özellikleri neye göre belirlenir peki? Hangi özelliklerdir orada yüceltilenler, hangi anlamlardır yüklenen? Bunları elbette âşık belirler. Her âşık zihninde kendi suret-i maşukunu yaratır. Maşuk’a yüklediği anlamlar, kendi aradığı, peşinden koştuğu, bazen bulduğu, bazen bulsa da farkında olmadığı anlamlardır. Yüceltilenler, aslında aşığın sahip olduğu ya da olmaya özendiği kendi erdemleridir. Kendinde var olmayan bir anlamı yükleyemez insan herhangi bir şeye. Bundandır o surete sıkı sıkıya bağlılığı ve maşuka sırılsıklam âşıklığı. Her âşık, her yeni aşkta kendinden yeniden kendini yaratır. Her âşık kendini sevebildiği ölçüde sever maşukunu.

Zaman geçip de aşkın bir gaflet anında maşukun asıl varlığı suret-i maşuk perdesinin altından görünmeye başladığında ise aşkın ilk hayal kırıklıkları başlar. Âşık olduğu kişi bu değildir aşığın, hani o yüce erdemleri onun? Hani o gücü? Hani şefkati, coşkusu, hani aklı? “Olamaz, ben bunu mu sevmişim?” mırıldanmaları başlar zamanla âşıkta.

Bu gerçekle yüzleşme ve ayakların yere basması aşamasına gelindiğinde neler olacağı her aşkın kendi hikâyesinde saklıdır, ancak bir gerçek vardır ki ne derseniz deyin bunda ısrarlıyım:

Her âşık aslında kendine âşıktır.

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım

1 Mart 2008 Cumartesi

Mutlak Mutluluk


İnsan mutluluktan ölebilir mi? Bence ölür.

Bir insan hayatı boyunca en çok hangi kelimeyi yazar?

Herkesin farklı bir yanıtı olabilir. Kendi ismini de diyebilirsiniz, sevdiğinin ismini de... Benim en çok yazdığım kelime ise "mutluluk". Binlerce çeşit yazıyla mutluluk yazmışlığım vardır. Telefonla konuşurken halkalar ya da karecikler karalayan insanlardan değilim ben. Konuşma boyunca sayfalarca "mutluluk" yazanlardanım. Çok saçma gelebilir size, ama bir ara mutluluk kelimesini kendi adımdan çok daha güzel yazdığım ve daha çok benimsediğim için imza olarak seçmişliğim ve hatta birkaç yere atmışlığım bile vardır.

Çok zaman düşündüm ilk ne zaman başladı bu tutku, ilk mutluluk kelimesini ne zaman yazdım diye. Yazdığımı ilk fark edişim ortaokul yıllarıma uzanıyor ama ilk yazışım hafızamda değil. Yıllarca da neden bunu yazıyorum, mutluluk nedir falan gibi konular kafamı çok kurcalamıştır. Yine bu konuda bir tartışmada bir arkadaşımın "mutluluk sınırlı düzeydedir, insanin mutlu olma düzeyi sabit ve bellidir. Mutluluğun çoğu ve daha çoğu yoktur. Sen burada bir durumda çok mutluyken dünyanın en zengin insanı da bir başka olayda seninle aynı miktarda mutlu olur, daha fazla değil" şeklindeki sözü bu konuya daha fazla kafa yormama neden olmuştu üniversitede.

Mutluluğun resmini zihnimde yüzlerce kez yaptım, sildim, yine yaptım. Tanımlarım hep mutluluğun gerisinde kaldı. Sonunda bir gün Ankara'da yüzüme vuran bir rüzgâr, mavi bir gökyüzü, uzanıp giden bozkır ufku, mutlu bir ruh haliyle ağaçları seyrederken, kafama "mutlak mutluluk" tanımı çakılıverdi...

Mutlak mutluluk... Yani her koşulun, ama her koşulun sizi en çok mutlu edecek nitelik ve nicelikte olduğu an. Yani hava en sevdiğiniz hava, gün en sevdiğiniz gün, yanınızda o tek kişi, ya da yalnız siz, ağzınızda en sevdiğiniz tat, kulağınızda en mutlandırıcı tını, en mutlu olduğunuz yerde, en güzel manzaraya bakıyorsunuz, teninizi en mutlu eden ısı ve şiddette esiyor rüzgâr, en sevdiğiniz çiçeğin kokusu, en sevdiğiniz miktarda geliyor esintiyle... Sağlığınız en iyi dönemde, zihninizde sıkıntı yok, kafanıza takacak iş, ev gibi sorunların tümü çözülmüş, paranız bile var bolca... Sayın artık siz, daha yüzlerce koşul ekleyin. (ya da çıkarın çıkarabildiğinizi hayatınızdan...)

En son ve en önemli koşul ise, sizin bütün bu durumun yani mutluluğunuzun "farkında" olmanız koşulu...

İşte ben o "mutluluk" haline "mutlak mutluluk" dedim o gün... Ve asla gerçekleşemeyeceğini de kabul ettim. Daha önemlisi, beni en çok şaşırtan duygum şuydu: eğer ki gerçekleşirse bir gün bu mutlak mutluluk hali, sonrasının "son" olduğunu, bundan sonra insanın tek bir şeyi, "ölümü" isteyebileceğini hissettim yüreğimde... Korktum, mutluluğun gücünden...

Hepinize sıradan mutluluklar...

Dr. Ayşegül Sütçü Yıldırım